Günümüz eğitim dünyasında sınıf ortamı ile ilgili öğretilen yer olma anlayışı, öğrenilen yer olma anlayışına dönmüştür. Sınıf, sadece akademik öğrenmelerin değil aynı zamanda psiko-sosyal öğrenmelerin de gerçekleştirildiği yer olmak durumundadır. Kendini tanıma, başkayı tanıma, kendi duygularını ve başkalarının duygularını fark etme ve bu ikisi arasında denge kurmak olarak tanımlanan, sosyal zekanın gelişimsel kritik evreleri sınıfta gerçekleşmektedir.
Öğrencinin sınıfta sosyal yaşam için gerekli olan güven, paylaşma, işbirliği, iletişim, sorumluluk ve aidiyet duygusunu sınıfta kazanması beklenmektedir. Günümüz sınıf içi öğrenciler arası etkileşime bakıldığında, var olan temel dinamiğin başarı odaklı bir anlayış olduğu, başarılı olmanın da göstergesinin, rekabet sonucu kaç kişiyi geride bıraktığımız olduğu görülmektedir. Aşırı rekabet öğrencinin kendisinden daha çok kimin ne yaptığına odaklaşmasına neden olur ki bunun sonucunda kişinin elde edeceği başarı ya da başarısızlığın muhtemel sonucu büyük ihtimalle kaygı olacaktır. Dolayısıyla, başarısız olmanın kaygısı veya elde edilen başarının kaybedilme kaygısı ortaya çıkacaktır. Her iki durum da kişinin kendine aşırı odaklaşmasına neden olmaktadır.
Aşırı kaygının muhtemel bir sonucu da algının daralmasıdır. Algısı daralan bir insanın yaşayabileceği en temel sorun uyarıcıları abartılı ya da yanlış yorumlamak ve bunun sonucu ortaya çıkacak uyumsuz davranışlardır. Mevcut eğitim öğretim sürecinde olan çocuğun temel amacı ya da ondan beklenen sınavlarda başarılı olmasıdır. Bu sistem, ister istemez öğrenciyi bir başkası ile yarışa itmektedir. Böyle bir motivasyon kaynağı ile sürece başlayan çocuğun yapacağı en iyi şey, geçebileceği rakipler aramaktır.
Bir öğrencinin kendisini bir başkası ile ilişkilendirmesi iki boyutta gerçekleşmektedir. Birinci boyutta "Benim geçebileceklerim" ve ikinci boyutta "Beni geçebilecekler". Kendini bir başkası ile bu şekilde ilişkilendiren öğrencinin kişiler arası ilişkileri yüzeysel ve yalın olacaktır. Böyle bir etkileşimin ise benlik ya da kişilik gelişimine olumlu bir katkı sağlaması beklenemez.
Sınıf içi öğrencilerin etkileşimlerinde var olan anlayış; etiketlemelere, psikolojik şiddete, soyutlama yani ötekileştirmeye, akran zorbalığına neden olabilecek niteliktedir. Özellikle etiketleme ve sosyal dışlama okullarda her iki cinsiyet açısından da çok sık rastlanan bir durumdur. Çünkü mevcut eğitim-öğretim süreci öğrencilerin birbirileri ile doğru eğitsel, sosyal ve psikolojik yaşantılara izin verecek esnekliğe ve anlayışa sahip değildir.
Mevcut eğitim-öğretim sürecinde önemli bir faktör olan aile, istenilen düzeyde ve işlevsellikte sürece dahil edilememiştir. Aileyi eğitim öğretim sürecine dahil etme çabaları genellikle ya maddi boyutta olmuştur ya da uyumsuz davranışlara sahip çocukların şikayet edilmesi ya da bütün sorumluluğun aileye yüklenmesi şeklinde olmuştur. Öğrenci hakkında aileye bilgi verme yöntemi de ailenin süreçte, istenilen şekilde olmasını engellemiştir. Öğrencinin yaptığı
davranışın öğrenciyi tanımadan anlık gözlemlere dayalı olarak, nedenini, zamanını, yerini ve bu davranışı kime karşı ortaya çıkardığını bilmeden, davranışı öğrenciye etiketleyerek bilgilendirmelerin yapılması ailenin süreçte işbirliğine yanaşmamasına hatta okuldan uzaklaşmasına neden olmuştur.
Eğitim–öğretim sürecinde öğrencilerin kendi öğrenme tarzlarına uygun olarak öğrenmesi, bireysel öğrenim özelliklerine göre pekiştirilmesi, akademik ortamların dışında da öğrenilen bilginin tekrarının gerçekleşmesi ve öğrencinin öğrendiğini yine kendi öğrenme tarzına uygun olarak öğretmeye çalışması öğrenmenin kalıcı olmasını sağlayan en temel unsurdur.
Kendi öğrenme tarzına uygun olmayan bir öğretim yöntemi ile bir öğrencinin konuyu anlaması, anlamlandırması, ilişkilendirmesi, içselleştirmesi ve davranışa dönüştürmesi oldukça zordur. Böyle bir öğrenciden ders dinleme, derse aktif katılım, odaklaşma ve akıl yürütme gibi akademik davranışsal becerileri sergilemesi beklenemez.